Zamanın akışı, hayatın en derin gizemlerinden biridir. Bir an varız, bir an yok. Hayatımız, kum saatinin taneleri gibi akıp giderken, her bir saniyenin, her bir anın ne kadar değerli olduğunu ancak geriye dönüp baktığımızda anlıyoruz.
Bir sabah uyanırız ve çocukluğumuzun artık çok uzaklarda kaldığını fark ederiz. O saf ve masum günler, oyunlarla, kahkahalarla dolu yıllar, birdenbire bize yabancı gelir. Gençlik yıllarımızın, enerjimizin dorukta olduğu, dünyayı değiştirebileceğimize inandığımız günlerin geride kaldığını anladığımızda, içimizi bir hüzün kaplar.
Hayat, düşündüğümüzden çok daha kısadır. Her ne kadar zamanımızın sonsuz olduğunu varsaysak da, gerçek bu değildir. Yaşadığımız her an, bize bahşedilen sınırlı bir armağandır. Her gün, bir daha geri gelmeyecek olan zamanın bir parçasıdır.
Günlük telaşlar içinde kaybolurken, unuturuz aslında ne kadar kısa bir süreye sahip olduğumuzu. İşler, sorumluluklar, hedefler derken, hayatımızın ne kadar hızla geçtiğini fark edemeyiz. Sevdiklerimize yeterince zaman ayırmak, anın tadını çıkarmak, gerçekten neyin önemli olduğunu görmek için genellikle çok geç kalırız.
Hayatın bu kadar kısa olduğu bilinciyle yaşamak, bizi her anı daha anlamlı kılmaya, her günü dolu dolu yaşamaya sevk etmelidir. Sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirmek, onları daha çok sevmek, daha çok gülmek, daha çok ağlamak ve her duyguyu derinlemesine yaşamak… Hayatın özü budur.
Bir gün, hayatımızın sonuna geldiğimizde, geriye dönüp baktığımızda, keşke demek yerine, iyi ki demek isteriz. Yaşadığımız her anın kıymetini bilerek, sevdiklerimizle geçen zamanın değerini anlayarak, her gün yeni bir fırsatmış gibi kucaklayarak, hayatın kısa olduğunu unutmayarak yaşamalıyız.
Çünkü hayat, gerçekten de düşündüğümüzden çok daha kısa. Ve bu kısa sürede yapabileceğimiz en değerli şey, sevgiyle, anlayışla, şefkatle ve mutlulukla dolu anılar biriktirmektir.