Bir zamanlar küçük bir apartman dairesinin salonunda, pencerenin hemen önünde dururdu o kanepe. Rengi bir zamanlar canlı bir hardal sarısıydı; kumaşıysa kadife gibi yumuşaktı. Ev sahipleri onu ikinci el bir dükkândan almışlardı; belki biraz solgundu ama üzerinde yılların dokusu vardı. Yeni evlerine taşındıklarında ilk yerleştirdikleri eşya o olmuştu. Üzerine oturup kahvelerini yudumlamış, kutlamalarını orada yapmışlardı.
Zaman geçti. Kanepe, her sabah güneş ışığını ilk gören oldu. Çocukları olduğunda, o minik beden kanepeye ilk adımlarını atarak çıkmayı öğrendi. Bazen üzerine atlanan bir kale, bazen battaniyelerle örtülen bir mağaraydı. Sessizce tanıklık etti evdeki tartışmalara, barışmalara, kahkahalara ve gözyaşlarına...
Yıllar onu da yordu. Kumaşı yer yer yırtıldı, içindeki sünger ezildi. Ama evin hanımı, koltuk kılıfı örttü, her misafire “hala çok rahat” dedi. Bir süre daha kaldı evde, köşesinde gururla. Sonra yeni bir koltuk takımı geldi, modern ve gri. Ona yer yoktu artık.
Bir sabah, iki kişi geldi. Sırtı duvara yaslandı, kolları boşa düştü. Birden yalnızlaştı kanepe. Çöp tenekesinin yanına bırakıldığında, arkasından bakan olmadı. Ama o orada dururken, belki de son kez güneşe gözlerini kırptı.
Yanından geçen insanlar, sadece bir “eski eşya” gördü. Ama o, bir evin kalbinde yıllarca atan bir ritimdi. Unutulmuştu ama doluydu—anılarla, sıcaklıkla, sessizce yaşanmış bir ömrün izleriyle...
Yorumlar
Kalan Karakter: